Türk Giysileri İçinde Bir Kadın, Jean-Étienne Liotard, 1740-1750
Said, Oryantalizm’i üç farklı şekilde yorumlamıştı. Oryantalizm deyince ilk anlamı, ‘’Orient’’ yani Doğu dünyasına yönelik çalışmalar anlamına gelmekteydi. İkinci anlamı, ontolojik ve epistemolojik ayrımcılıkta yatıyordu. Üçüncü anlamıyla oryantalizm, Batı dünyasının Doğu’ya karşı üstünlük oluşturmalarına yarayan ön yargılı imajlar, fanteziler ve hayale dayalı düşünce sistemiydi.
Said’e göre, Doğu, Avrupa’ya coğrafi olarak
yakın olan topraktan parçasından ibaret değildi. ‘’Avrupa’nın en büyük, en zengin, en eski sömürgelerinin mekanı,
uygarlıkları ile dillerinin kaynağı, kültürel rakibi, en sık yinelenen Öteki
imgelerinden’’ biridir.
Oryantalizm
kitabında Said, İngiltere ve Fransa’nın oryantalist çalışmalarına daha çok
yer vermiştir. Bunun nedenini de şöyle açıklıyor: ‘’Şark neredeyse tamamen Avrupa’ya özgü bir buluştu; antikçağdan beri
gönül maceralarının, egzotik varlıkların akıldan çıkmayan anılarla
görünümlerin, olağanüstü deneyimlerin mekanı olagelmişti. (…) Amerikalılar, Şark için aynı şeyi
hissetmeyecektir; onlar için Şark bambaşka bir biçimde, Uzakdoğu’yla (temelde
Çin ve Japonya’yla) bağlantılıdır daha çok, Amerikalılardan farklı olarak
Fransızların İngilizlerin –onlarınki kadar güçlü olmasa da Almanların, Rusların,
İspanyolların, Portekizlilerin, İtalyanların, İsviçrelilerin- benim
Şarkiyatçılık diyebileceğim köklü bir gelenekleri, Şark’ın Avrupa-Batı
deneyimindeki özel yerine dayanan bir Şark’la uzlaşma biçimleri vardır.’’ Tüm
bunlara rağmen Amerika İkinci Dünya Savaşından sonra Şark’a, İngiltere ve
Fransa gibi egemen olmayı başarmıştı.
Said’e göre bir Batılı bir Şarklı’nın
karşısına çıkacağı zaman öncelikle bir
Avrupalı yahut bir Amerikalı olarak çıkar. Çünkü der Said: ‘’(…) onların bireyliği arkadan gelir. Böyle bir
durumda Avrupalı ya da Amerikalı olmaksa hiç mi hiç edilgen bir hal değildir.’’
ve ekler: ‘’Bu, Şark’ta belirli
çıkarları olan bir güce ait olduğunun, daha önemlisi, neredeyse, Homeros’un
çağından beri belirli bir Şark’a müdahale tarihine sahip olan topraklara ait
olduğunun, bulandıkça da olsa ayırdında olmak anlamına geliyordu.’’
Avrupalılarca yürütülen bu oryantalizm çalışması o denli güçlü ve o denli içten içeydi ki, Said bu durumu şöyle açıklıyordu: ‘’Şark, sırf sıradan on dokuzuncu yüzyıl Avrupalısının varsaydığı tüm o basmakalıp biçimleriyle ‘Şarklılığı’ keşfedildiği için değil, Şark’ın farklı kılınabilmesi-yani, Şarklı kılınmışlığa boyun eğmesi- için de Şarklaştırıldı.’’ Hal böyleyken Doğu’nun bir aktifliği yoktu. Bir şeyler oluyordu fakat doğu bunun farkında değildi. Bu çalışmasının temeline de Foucault’cu bilgi-iktidar ilişkisini koyan Said, Flaubert’in Mısırlı bir kibar fahişe ile karşılaşması üzerinden bunu bize çok güzel anlatıyor: ‘’Bu kadın hiç kendinden söz etmemiş, duygularının, kişiliğinin ya da tarihinin temsilciliğini üstlenmemişti. Onun adına konuşan, onu temsil eden Flaubert’di.’’[1] İşte Doğulunun bir Batılı karşısındaki durumu böyleydi. Marx ne diyordu : ‘’Onlar kendilerini temsil edemezler, temsil edilmeleri gerekir.’’
EDWARD
SAİD’İN ORYANTALİZM ELEŞTİRİSİ
‘’Doğu neredeyse tümden Avrupa’ya özgü bir
buluştur; antikçağdan beri, gönül maceralarının, egzotik varlıkların, akıldan
çıkmayan anılarla görünümlerin, olağanüstü deneyimlerin mekanı olagelmiştir.’’ [2]
Oryantalizm’de
çerçevelenen ‘’Doğu’’ gerçekten bir hayaldir; fakat Said’in oryantalist
söylemini özetleyen de Batı’ya ait bu çerçevelemedir. Batı’nın Doğu üzerine
belirlemeleri tamamen Avrupa’ya özgü bir temsil biçimidir. Çünkü Doğu sadece
Avrupa’nın komşusu değildir; Avrupa’nın en büyük eski sömürgelerinden biridir.
Doğu, Avrupa’nın kültürel rakibidir. Said’in ifadesiyle ‘’Doğu, Avrupa’nın öteki imgelerinden biridir.’’ Doğu, Avrupa’nın
kültürel bir kimlik olarak belirginleşmesini sağlayan karşıt bir öğedir. Ancak
doğu sadece karşıt bir öğe olmakla sınırlı da değildir, o Avrupa’nın maddi
uygarlığı ile kültürünün bütünleyici bir parçasıdır. Oryantalizm, bu
bütünleyici parçayı, ideoloji düzleminde bir söylem biçimi olarak dile getirir.
Said Oryantalizm’den bahsederken birbiriyle
bağlantılı şeylerden birkaç şeyi kasteder. Bunlardan ilki Doğu hakkında
araştıran ve yazan herkesin oryantalist olabileceğidir. Said’e göre bu ilk
çıkarımın sonucu olarak: Oryantalizm akademik bir şeydir. Akademik olarak
çalışılan Doğu, çalışan kesim tarafından bir kültür ürünü olarak ortaya
çıkarılır. Said’e göre bu kültür, sömürgeciliğin askeri ve ekonomik
kurumlarıyla beslenen baskın bir yapıya sahiptir. Aralarında ozanların,
romancıların, filozofların, siyaset teoricilerinin bulunduğu bir yazar
topluluğu, Doğu’ya ilişkin teorileri, romanları, seyahatnameleri, işlerken Batı
ile Doğu arasındaki ontolojik ve epistemolojik ayrımı temel başlangıç noktası
saymışlardır. Said’e göre, oryantalizmin
baştaki akademik anlamı ile imgelemle yaratılmış şimdiki anlamı arasındaki
etkileşim kesintisizdir. Çünkü bu iki anlam arasında, Batı tarafından
denetlenen bir alışveriş süregelmektedir:
‘’Kabaca
belirlenmiş bir başlangıç noktası olarak on sekizinci yüzyıl sonu alınırsa,
Oryantalizm, Doğu’yla –Doğu hakkında saptamalar yaparak, ona ilişkin görüşleri
meşrulaştırarak, onu betimleyerek, öğreterek, oraya yerleşerek, onu göstererek-
uğraşan ortak kurum olarak, kısacası Doğu’ya egemen olmakta, Doğu’yu yeniden
yapılandırmakta, Doğu üzerinde yetke kurmakta kullanılan bir Batı üslubu olarak
incelenebilir, çözümlenebilir’’[3]
Oryantalizmin üçüncü anlamını daha da
anlaşılır kılmak için Said, Oryantalizm’de temel tezini özetleyen Foucault’un
söylem kavramını[4]
kullanır ve tezini şu şekilde ortaya koyar:
‘’Savım
şu: Oryantalizm bir söylem olarak incelenmedikçe, Aydınlanma sonrasında Avrupa
kültürünün Doğu’yu siyasal, sosyolojik, askeri, ideolojik, bilimsel, imgesel
olarak çekip çevirebilmesini –hatta üretebilmesini- sağlayan o müthiş sistemli
disiplinin anlaşılması olanaksızdır.’’[5]
Çünkü oryantalizmin böylesine yetkin bir
konuma sahip olabilmesi ancak yaratığı Doğu’ya söylemle hükmetmesiyle
mümkündür. Bu sayede Doğu karşısında kendine bağımsız bir düşünme ve eyleme
alanı yaratır. Böylesi bağımsız bir alanda Oryantalizm, metinler aracılığıyla
Doğu’yu belli başlı dogmalarla itham ederek Avrupamerkezci bir yaklaşıma yakın
durur. Bu yakınlıktan Said’e göre ‘’oryantalist
denilen yüklü metinler bütünü doğar.’’ Oryantalist çalışmalar Avrupa’nın
sömürgeci girişimlerinin bir sonucu haline gelir. Said’in ‘’Kaptan Ahab, Moby Dick’e Karşı’’ adlı
söyleşisinde ima ettiği gibi Moby Dick’in dünyada kötü olan her şeyin sembolü
yapılması gibi Doğu da Batı tarafından dünyadaki bütün kötülüklerin kökenine
yerleştirilir.
Tarih ve kültür açısından bakıldığında,
oryantalizmden söz eden sayısız Doğu uzmanı Avrupa kullanımına hizmet edecek
Doğu’ya ilişkin çoğu konuyu çalışma alanlarına dahil etmişlerdir. Doğu
zorbalığı, şaşası, acımasızlığı şehvet gibi konular metinlerde Oryantalistler
tarafından ustalıkla işlenmiştir. Ancak her şeyi kapsadığını iddia eden Doğu’ya
ilişkin metinler kataloğuna Said, Doğu’nun hareketsiz bir doğa olgusu olmadığı
kabulüyle karşıt içerikte bir metinler ağıyla cevap verir: Oryantalizm’de şu
cümleleri kullanır: ‘’Nasıl Batı’nın
kendisi belli bir yer değilse, Doğu’da belli bir yer değildir. Vico’nun önemli
gözlemini, insanın kendi tarihini yaptığı, bilebileceğinin de kendi yaptığı şey
olduğu gözlemini lafta bırakmayıp coğrafyaya uygulamamız gerekiyor: Tarihsel
varlıklar bir yana, (yerler, bölgeler, ‘’Doğu’’ ya da ‘‘Batı’’ çeşidinden
coğrafi böbürlenmeler gibi) coğrafi ve kültürel varlıklar da insan yapımıdır.
Dolayısıyla, Batı kadar Doğu da kendisine Batı’da ve Batı için gerçeklik ve
mevcudiyet kazandıran bir tarih ile bir düşünme geleneğine, bir ortak imge ve
sözcük dağarcığı geleneğine sahip bir fikirdir.’’[6]
Üzerinde durulması gereken nokta,
oryantalizmin Doğu’ya ilişkin iç tutarlığıdır. Çünkü oryantalizmin Doğu’ya
ilişkin iç tutarlılığı, saf bir tutarlılıktan ziyade temelde yaratılmış bir
tutarlılığa işaret eder. İç tutarlılığın anlaşılabilmesi için, ‘’fikirler, kültürler ve tarihlerin
gerçekten anlaşılması ve araştırılabilmesi için bunların gücünün ya da kesin
bir deyişte, iktidar yapılarının incelenmesi gerekir.’’[7]
Doğulu keşfedildiği için değil, Avrupalı kuvvetlerce Doğulu kılınmak, hegemonya
ve hakimiyet kurmak için Doğululaştırılır. Uygarlaştırma misyonu altında
ötekinin geri kalmasını sağlayacak söylem kalıpları üretilir. Bu söylem
kalıpları sayesinde Avrupa kültürü sorgulanması mümkün olmayan üstünlüğünü
evrensel olarak ilan eder. Nesnellik iddiaları altında siyasal ideolojilerini
ve kültürlerini ötekine kabul ettirir.
İstanbul Panoraması, Antoine de Favray, 1773
Said oryantalizmin sadece yalanlarla,
mitlerle kurulmuş bir yapısı olmadığını nitelerken aynı zamanda oryantalizmin,
akademik ya da araştırmaya dayalı biçimde öne sürüldüğü üzere Doğu’ya ilişkin,
gerçeği yansıtan bir söylem olmadığının da altını çizer. Said’e göre
–oryantalizm- ‘’Doğu üzerindeki Avrupa
iktidarının bir göstergesidir.’’ Dolayısıyla oryantalizm, ‘’Doğu’ya ilişkin uçuk bir Avrupalı hülyası
değildir, nesillerdir önemli parasal yatırımların yapıldığı, yaratılmış bir
teoriler ve pratikler bütünüdür.’’ [8]
Yani oryantalizmde ortaya çıkan Doğu, Doğu’yu Batı bilgisine, Batı bilincine,
sonra da Batı egemenliğine taşıyan bir güçler öbeği bütünü tarafından
şekillendirilmiş bir temsil biçimleri sistemidir. Said, özellik bu oryantalizm
tanımının her şeyden önce siyasal bir tanım gibi görünmesinin, sadece
oryantalizminin kendisini belirli siyasal güçler ile etkinliklerin bir ürünü
olarak düşünmesinden kaynaklandığını belirtir. Hatta oryantalizmi ‘’uygarlıklarıyla, halkları ve
yerleşimleriyle birlikte Doğu’yu malzeme edinmiş bir yorum okulu’’ şeklinde
tanımlar. Bu okulun nesnel keşiflerini, yani metinlerini hazırlayan,
yorumlayanlar ise dille aktarılan, tüm hakikatler gibi oryantalizmin
hakikatlerinin de dilde somutlaştığı gerçeği tarafından belirlenmiştir. Yani,
Oryantalizm, tarihin herhangi bir anında Batı’da var olan, Doğu’ya ilişkin
olgusal bir öğreti değildir; aynı zamanda dünyada etkili bir akademik gelenek
olmanın yanı sıra, birçok kişi için özel bir bilgi türüdür. Ancak ‘’Doğu hakkında dile getirebilecekleri
bakımından her Avrupalının sonuçta ırkçı, emperyalist, neredeyse hepten
etnikmerkezci farklılıkları daha katı ve içinden çıkılmaz bir hale
getirmiştir.’’ Bunu kasıtlı olarak yapar: ‘’Oryantalizm, Batı’dan güçsüz olduğu için Doğu’ya kararlı bir biçimde
dayatılmış olan bir siyasal öğretidir temelde; Batı, bu dayatmada, Doğu’nun
güçsüzlüğüyle birlikte farklılığını da görmezden gelir.’’ Çünkü oryantalizm hümanist değerleri yok etme
çabasını içerir.
Said, Avrupa’nın ve Amerika’nın Şark’a olan
ilgisinin kaynağını siyasal ve kültürel olarak irdeliyordu. ‘’Şark’a ilişkin bazı aşikar tarihsel
açıklamalara bakılırsa siyasaldı’’ diyor Said. Ve devam ediyor: ‘’ama bu ilgiyi yaratan kültürdü, Şark’ın
düpedüz Şarkiyatçılık dediğim alanda yer alan o değişken, karmaşık mekan haline
getirilmesinde kaba, siyasal, iktisadi, askeri mantıklarla birlikte iş gören,
itici güç olarak işe katılan da kültürdür.’’ Şarkiyatçılığın salt siyasal
bir konu olmadığını ısrarla tekrarlar Edward Said Oryantalizm’de. Şarkiyatçılık, sınırları belirsiz metinler yığını
değildir: ‘’Şark’’ dünyasını baskı
altında tutan bir ‘’Batı’’
emperyalizminin ifadesi de değildir. Şarkiyatçılık, ‘’araştırmaya dayalı buluş, filolojik yapılandırma psikolojik çözümleme
gibi şeylerle yaratılıp kalıcı kılınan bir ‘çıkar’ öbeğinin de işlenip inceltilmesidir’’
der Said, ‘’düpedüz farklı bir
dünyaya yönelik, belirli bir anlama, şekillendirme ihtiyacının dile getirilişi
olmaktan da öte, bu istencin ve niyetin ta kendisidir.’’[9]
Gerçek savını da şöyle açıklıyor Said: ‘’Şarkiyatçılık, modern siyasal-düşünsel
kültürün sadece temsilcisi değil, önemli bir boyutudur ve bu biçimiyle Şark’tan
çok ‘’bizim’’ dünyamızla ilgisi vardır.’’ Kültür ile emperyalizm
incelemelerinde çift yönlü bir yanıtın verilebileceğini düşünen Said, on
dokuzuncu yüzyıl yazarlarının neredeyse tümü, imparatorluk olgusunun
farkındaydı, diyor. Bu yüzden çalışmasını yani Şarkiyatçılığı, ‘’İngiltere, Fransa, Amerika tarafından
biçimlendirilen yaygın siyasal kaygılar arasındakini devingen bir alışveriş
olarak’’ belirtiyordu. Kendini ise bir araştırmacı olarak gören Said,
görevinin kaba siyasal gerçekleri değil de ayrıntıları incelemek olduğunu
söylüyordu.
Said, yöntembilimsel sorun konusundan da
Şarkiyatçılık meselesine değinmişti. Bir çalışmaya başlarken veya bir inceleme
yapacakken, beşeri bilimlerin doğası gereği başlangıç noktasının var olmadığına
değiniyordu. ‘’Ama Şarkiyatçılıktaki tek sorun bir hareket noktası ya da sorunsal
bulmak değil’’ diyordu Said, ‘’bir de
çalışmaya en iyi gidecek metinleri, yazarları, dönemleri seçme sorunu var.’’[10] ‘’Neredeyse bin yıl boyunca, Şark dendiğinde anlaşılan şey Araplar ile
İslamdı’’ diyor Said. ‘’Böylece
Şark’ın büyük kısmı –Hindistan, Japonya, Çin Uzakdoğu’nun diğer bölgeleri-
dolaysızca elenmiş oldu; gerekçe, Avrupa’nın Yakındoğu ve İslam deneyiminden,
Uzakdoğu deneyimi işe karıştırılmaksızın söz edilebilmesidir.’’
‘’ (…) on
sekizinci yüzyılda Şark araştırmalarındaki önemli itkilerden biri’’ diyor
Said, ‘’Piskopos Lowth Eichorn, Hender ve
Michaelis gibi ilginç öncülerin alevlendirdiği Kutsal Kitap incelemelerinin bir
devrim olmasını’’ da eleştiriyor. Kendisinin İngiltere, Fransa ve Amerika kaynaklı malzeme üzerinde
titizlikle durmasının gerekliliğinden bahsediyordu. Çünkü ona göre İngilizlerle
Fransızların Şark’ta kanıtlanmış bir gücü vardı ve bu gücünü büyük sömürge ağı
sayesinde korudukları da göz ardı edilemeyecek bir doğruluğa sahiptir. Amerika
ile ilgili düşünceleri biraz da politikti: ‘’Amerika’nın İkinci dünya Savaşı sonrasında Şark’ta tuttuğu yerler’’ diyor
Said, ‘’iki eski Avrupa gücünün açtığı
alanlarla çakışıyordu; kanımca özellikle yapılmış bir şeydi bu.’’ Edward
Said, İngiltere-Fransa-Amerika’da yapılan Şarkiyatçılık çalışmasının diğer
ülkelere (İtalya, Rusya, Almanya) nazaran onların en iyi çalışmalarından da
daha iyi çalışmaların yapıldığını düşünüyordu. Gerek hacimleri gerek se de
nitelikleri bakımından en öndelerdi, Said’e göre. Silvestre de Sacy’e özel bir parantez açan yazar, onun İslamı, Arap
yazınını, Dürziliği, Sasanileri incelendiğini ve Avrupa’nın bir kurumuna bağlı
ilk modern Şarkiyatçısı olduğunu da belirtir.
Said kendi çalışmasını şöyle izah ediyordu:
‘’ (…) ayrıca ben Shaffer’den farklı
olarak, hem yazınsal Şarkiyatçılıkta hem de akademik Şarkiyatçılıkta ortaya
çıkan, bir yandan İngiliz Şarkiyatçılığı ile Fransız Şarkiyatçılığı arasındaki
bağıntıda, öte yandan açık bir sömürgecilik mantığı taşıyan bir emperyalizmin
doğmasında etkili olan sonraki gelişmeleri de açıklamaya çalışıyorum. Ardından
da erken döneme ait bu meselelerin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerikan
Şarkiyatçılığında nasıl az çok yeniden üretildiğini göstermeyi hedefliyorum.’’
Said’e göre Almanlar Şarkiyatçılık hakkında
sağlam yazılar yazmaya başladıklarında tarih on dokuzuncu yüzyılın ikinci
yarısını geçmişti. Almanların Şarkiyatçılığını ise şöyle eleştiriyordu: ‘’Almanların Şark’ı neredeyse sırf kuramsal
–en azından- klasik bir Şark’tı: Şiirlere, fantezilere hatta romanlara konu
olmuş ama hiçbir zaman Mısır ile Suriye’nin Chateabriand, Lane, Lamartine,
Burton, Disraeli ya da Nerval için olduğu gibi gerçek olmamıştı.’’[11]
Gerçekçi olmamasının nedeni de belirli bir Şark araştırma kökenine sahip
olmadıklarına bağlıyordu. Bunun yanı sıra Almanlar, İngiliz ve Fransız
Seyyahların kitaplarını okuyup Oryantalizm’e soyunmuşlardı. Gerçekçi
gelmemesinin nedenlerinden biri de buydu.
Said, her ne kadar Alman Şarkiyatçılığını,
Oryantalizm kitabına konu etmemiş olsa da Şark’a ilişkin en ünlü iki Alman
yapıtından bahsetmeden geçemez: Goethe’nin Batı
Doğu Divanı ile Friedrich Schlegel’in Hintlilerin
Dili ve bilgeliği Üzerine. Bu yapıtlar Şarkiyatçılık konusunda Edward
Said’e göre önemli eserlerdi. ‘’Şark’la
uğraşan her yazar (Homeros bile)’’ der, Edward Said, ‘’gönderme yapacağı, dayanacağı, kendine göre eski bir Şark’ı
geçmişteki bir Şark bilgisini temel alır.’’ ‘’Şarkiyatçılığın söylediği, yazdığı, söyleniyor yazılıyor olmasından
ötürü, onun, hem varlıksal hem ahlaki bir olgu olarak Şark’ın dışında kaldığını
gösterir.’’ diyordu. Bu düşüncesini de şu örnekle temellendiriyordu: ‘’ Aiskhylos’un oyunu Persler’den beri Şark,
uzak mı uzak, çok kere de tehdit edici ötekilik’ten görece tanıdık betilere
(Aiskhylos’ta yos tutan Asyalı kadına) dönüştürülür.’’ [12]
Said’e göre Şarkiyatçılık tümüyle Şark’ın
dışında ve uzağında kalmıştı. ‘’Şarkiyatçılığın
bir anlam taşıması Şark’tan değil tümüyle Batı’dan kaynaklanır’’ diyen
Edward Said, şöyle devam ediyor: ‘’Şarkiyatçılık
taşıdığı anlamı, doğrudan doğruya, Batı’nın türlü temsil tekniklerine
borçludur. Bu temsil biçimleri etkileri açısından, kurumlara, geleneklere,
uzlaşımlara, üzerinde uzlaşılmış anlama şifrelerine dayanır; uzak belirsiz bir
Şark’a değil.’’
[1] Edward W. Said, Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları, (İstanbul:
Metis Yayıncılık, 2017) s.15
[2] Said, Şarkiyatçılık, s.11
[3] Said, Şarkiyatçılık, s.13
[4] ‘’Foucault, iktidar ve bilgi
arasındaki karşılıklı ilişkiye özellik vurgu yapar. Çünkü iktidarın sürekliliği
amaca yönelik olarak üretilen, yapılandırılan bilginin sürekliliği geçerliliği
ile sağlanır. İktidarın işleyişi sürekli olarak bilgi yaratır ve aksi yönde,
bilgi de iktidar etkilerine yol açar. İktidar ve bilgi dolaysız olarak
birbirlerini içerirler. Bilgiyi üreten iktidardır. Ne eşgüdümlü bir bilgi alanı
olmaksızın herhangi bir iktidar ilişkisi var olabilir ne de iktidar ilişkileri
varsaymayan ve oluşturmayan bir bilgi alanının var olabileceğini kabul
edebiliriz. Modern liberal toplumda iktidar, her yerde ve hiçbir yerdedir. Bu
iktidarın, en önemli özelliğinin merkezsiz olduğunun göstergesidir. İktidar
hiçbir zaman birilerinin elinde değildir. İktidar sürekli dolaşımda olan bir
mekanızmadır.’’
[5] Said, Şarkiyatçılık, s.13
[6] Said, Şarkiyatçılık, s.14
[7] Said, Şarkiyatçılık, s.14
[8] Said, Şarkiyatçılık, s.16
[9] Said, Şarkiyatçılık, s.22
[10] Said, Şarkiyatçılık, s.25
[11] Said, Şarkiyatçılık, s.28
[12] Said, Şarkiyatçılık, s.30
Yorumlar
Yorum Gönder