Ana içeriğe atla

Edward Said'in Oryantalizm Eleştirisi

Türk Giysileri İçinde Bir Kadın, Jean-Étienne Liotard, 1740-1750

Said, Oryantalizm’i üç farklı şekilde yorumlamıştı. Oryantalizm deyince ilk anlamı, ‘’Orient’’ yani Doğu dünyasına yönelik çalışmalar anlamına gelmekteydi. İkinci anlamı, ontolojik ve epistemolojik ayrımcılıkta yatıyordu. Üçüncü anlamıyla oryantalizm, Batı dünyasının Doğu’ya karşı üstünlük oluşturmalarına yarayan ön yargılı imajlar, fanteziler ve hayale dayalı düşünce sistemiydi.

   Said’e göre, Doğu, Avrupa’ya coğrafi olarak yakın olan topraktan parçasından ibaret değildi. ‘’Avrupa’nın en büyük, en zengin, en eski sömürgelerinin mekanı, uygarlıkları ile dillerinin kaynağı, kültürel rakibi, en sık yinelenen Öteki imgelerinden’’ biridir.

   Oryantalizm kitabında Said, İngiltere ve Fransa’nın oryantalist çalışmalarına daha çok yer vermiştir. Bunun nedenini de şöyle açıklıyor: ‘’Şark neredeyse tamamen Avrupa’ya özgü bir buluştu; antikçağdan beri gönül maceralarının, egzotik varlıkların akıldan çıkmayan anılarla görünümlerin, olağanüstü deneyimlerin mekanı olagelmişti. (…) Amerikalılar, Şark için aynı şeyi hissetmeyecektir; onlar için Şark bambaşka bir biçimde, Uzakdoğu’yla (temelde Çin ve Japonya’yla) bağlantılıdır daha çok, Amerikalılardan farklı olarak Fransızların İngilizlerin –onlarınki kadar güçlü olmasa da Almanların, Rusların, İspanyolların, Portekizlilerin, İtalyanların, İsviçrelilerin- benim Şarkiyatçılık diyebileceğim köklü bir gelenekleri, Şark’ın Avrupa-Batı deneyimindeki özel yerine dayanan bir Şark’la uzlaşma biçimleri vardır.’’ Tüm bunlara rağmen Amerika İkinci Dünya Savaşından sonra Şark’a, İngiltere ve Fransa gibi egemen olmayı başarmıştı.  

   Said’e göre bir Batılı bir Şarklı’nın karşısına  çıkacağı zaman öncelikle bir Avrupalı yahut bir Amerikalı olarak çıkar. Çünkü der Said: ‘’(…) onların bireyliği arkadan gelir. Böyle bir durumda Avrupalı ya da Amerikalı olmaksa hiç mi hiç edilgen bir hal değildir.’’ ve ekler: ‘’Bu, Şark’ta belirli çıkarları olan bir güce ait olduğunun, daha önemlisi, neredeyse, Homeros’un çağından beri belirli bir Şark’a müdahale tarihine sahip olan topraklara ait olduğunun, bulandıkça da olsa ayırdında olmak anlamına geliyordu.’’

   Avrupalılarca yürütülen bu oryantalizm çalışması o denli güçlü ve o denli içten içeydi ki, Said bu durumu şöyle açıklıyordu: ‘’Şark, sırf sıradan on dokuzuncu yüzyıl Avrupalısının varsaydığı tüm o basmakalıp biçimleriyle ‘Şarklılığı’ keşfedildiği için değil, Şark’ın farklı kılınabilmesi-yani, Şarklı kılınmışlığa boyun eğmesi- için de Şarklaştırıldı.’’ Hal böyleyken Doğu’nun bir aktifliği yoktu. Bir şeyler oluyordu fakat doğu bunun farkında değildi. Bu çalışmasının temeline de Foucault’cu bilgi-iktidar ilişkisini koyan Said, Flaubert’in Mısırlı bir kibar fahişe ile karşılaşması üzerinden bunu bize çok güzel anlatıyor: ‘’Bu kadın hiç kendinden söz etmemiş, duygularının, kişiliğinin ya da tarihinin temsilciliğini üstlenmemişti. Onun adına konuşan, onu temsil eden Flaubert’di.’’[1] İşte Doğulunun bir Batılı karşısındaki durumu böyleydi. Marx ne diyordu : ‘’Onlar kendilerini temsil edemezler, temsil edilmeleri gerekir.’’

EDWARD SAİD’İN ORYANTALİZM ELEŞTİRİSİ

   ‘’Doğu neredeyse tümden Avrupa’ya özgü bir buluştur; antikçağdan beri, gönül maceralarının, egzotik varlıkların, akıldan çıkmayan anılarla görünümlerin, olağanüstü deneyimlerin mekanı olagelmiştir.’’ [2] Oryantalizm’de çerçevelenen ‘’Doğu’’ gerçekten bir hayaldir; fakat Said’in oryantalist söylemini özetleyen de Batı’ya ait bu çerçevelemedir. Batı’nın Doğu üzerine belirlemeleri tamamen Avrupa’ya özgü bir temsil biçimidir. Çünkü Doğu sadece Avrupa’nın komşusu değildir; Avrupa’nın en büyük eski sömürgelerinden biridir. Doğu, Avrupa’nın kültürel rakibidir. Said’in ifadesiyle ‘’Doğu, Avrupa’nın öteki imgelerinden biridir.’’ Doğu, Avrupa’nın kültürel bir kimlik olarak belirginleşmesini sağlayan karşıt bir öğedir. Ancak doğu sadece karşıt bir öğe olmakla sınırlı da değildir, o Avrupa’nın maddi uygarlığı ile kültürünün bütünleyici bir parçasıdır. Oryantalizm, bu bütünleyici parçayı, ideoloji düzleminde bir söylem biçimi olarak dile getirir.

   Said Oryantalizm’den bahsederken birbiriyle bağlantılı şeylerden birkaç şeyi kasteder. Bunlardan ilki Doğu hakkında araştıran ve yazan herkesin oryantalist olabileceğidir. Said’e göre bu ilk çıkarımın sonucu olarak: Oryantalizm akademik bir şeydir. Akademik olarak çalışılan Doğu, çalışan kesim tarafından bir kültür ürünü olarak ortaya çıkarılır. Said’e göre bu kültür, sömürgeciliğin askeri ve ekonomik kurumlarıyla beslenen baskın bir yapıya sahiptir. Aralarında ozanların, romancıların, filozofların, siyaset teoricilerinin bulunduğu bir yazar topluluğu, Doğu’ya ilişkin teorileri, romanları, seyahatnameleri, işlerken Batı ile Doğu arasındaki ontolojik ve epistemolojik ayrımı temel başlangıç noktası saymışlardır.  Said’e göre, oryantalizmin baştaki akademik anlamı ile imgelemle yaratılmış şimdiki anlamı arasındaki etkileşim kesintisizdir. Çünkü bu iki anlam arasında, Batı tarafından denetlenen bir alışveriş süregelmektedir:

   ‘’Kabaca belirlenmiş bir başlangıç noktası olarak on sekizinci yüzyıl sonu alınırsa, Oryantalizm, Doğu’yla –Doğu hakkında saptamalar yaparak, ona ilişkin görüşleri meşrulaştırarak, onu betimleyerek, öğreterek, oraya yerleşerek, onu göstererek- uğraşan ortak kurum olarak, kısacası Doğu’ya egemen olmakta, Doğu’yu yeniden yapılandırmakta, Doğu üzerinde yetke kurmakta kullanılan bir Batı üslubu olarak incelenebilir, çözümlenebilir’’[3]

   Oryantalizmin üçüncü anlamını daha da anlaşılır kılmak için Said, Oryantalizm’de temel tezini özetleyen Foucault’un söylem kavramını[4] kullanır ve tezini şu şekilde ortaya koyar:

‘’Savım şu: Oryantalizm bir söylem olarak incelenmedikçe, Aydınlanma sonrasında Avrupa kültürünün Doğu’yu siyasal, sosyolojik, askeri, ideolojik, bilimsel, imgesel olarak çekip çevirebilmesini –hatta üretebilmesini- sağlayan o müthiş sistemli disiplinin anlaşılması olanaksızdır.’’[5]

   Çünkü oryantalizmin böylesine yetkin bir konuma sahip olabilmesi ancak yaratığı Doğu’ya söylemle hükmetmesiyle mümkündür. Bu sayede Doğu karşısında kendine bağımsız bir düşünme ve eyleme alanı yaratır. Böylesi bağımsız bir alanda Oryantalizm, metinler aracılığıyla Doğu’yu belli başlı dogmalarla itham ederek Avrupamerkezci bir yaklaşıma yakın durur. Bu yakınlıktan Said’e göre ‘’oryantalist denilen yüklü metinler bütünü doğar.’’ Oryantalist çalışmalar Avrupa’nın sömürgeci girişimlerinin bir sonucu haline gelir. Said’in ‘’Kaptan Ahab, Moby Dick’e Karşı’’ adlı söyleşisinde ima ettiği gibi Moby Dick’in dünyada kötü olan her şeyin sembolü yapılması gibi Doğu da Batı tarafından dünyadaki bütün kötülüklerin kökenine yerleştirilir.

   Tarih ve kültür açısından bakıldığında, oryantalizmden söz eden sayısız Doğu uzmanı Avrupa kullanımına hizmet edecek Doğu’ya ilişkin çoğu konuyu çalışma alanlarına dahil etmişlerdir. Doğu zorbalığı, şaşası, acımasızlığı şehvet gibi konular metinlerde Oryantalistler tarafından ustalıkla işlenmiştir. Ancak her şeyi kapsadığını iddia eden Doğu’ya ilişkin metinler kataloğuna Said, Doğu’nun hareketsiz bir doğa olgusu olmadığı kabulüyle karşıt içerikte bir metinler ağıyla cevap verir: Oryantalizm’de şu cümleleri kullanır: ‘’Nasıl Batı’nın kendisi belli bir yer değilse, Doğu’da belli bir yer değildir. Vico’nun önemli gözlemini, insanın kendi tarihini yaptığı, bilebileceğinin de kendi yaptığı şey olduğu gözlemini lafta bırakmayıp coğrafyaya uygulamamız gerekiyor: Tarihsel varlıklar bir yana, (yerler, bölgeler, ‘’Doğu’’ ya da ‘‘Batı’’ çeşidinden coğrafi böbürlenmeler gibi) coğrafi ve kültürel varlıklar da insan yapımıdır. Dolayısıyla, Batı kadar Doğu da kendisine Batı’da ve Batı için gerçeklik ve mevcudiyet kazandıran bir tarih ile bir düşünme geleneğine, bir ortak imge ve sözcük dağarcığı geleneğine sahip bir fikirdir.’’[6]

   Üzerinde durulması gereken nokta, oryantalizmin Doğu’ya ilişkin iç tutarlığıdır. Çünkü oryantalizmin Doğu’ya ilişkin iç tutarlılığı, saf bir tutarlılıktan ziyade temelde yaratılmış bir tutarlılığa işaret eder. İç tutarlılığın anlaşılabilmesi için, ‘’fikirler, kültürler ve tarihlerin gerçekten anlaşılması ve araştırılabilmesi için bunların gücünün ya da kesin bir deyişte, iktidar yapılarının incelenmesi gerekir.’’[7] Doğulu keşfedildiği için değil, Avrupalı kuvvetlerce Doğulu kılınmak, hegemonya ve hakimiyet kurmak için Doğululaştırılır. Uygarlaştırma misyonu altında ötekinin geri kalmasını sağlayacak söylem kalıpları üretilir. Bu söylem kalıpları sayesinde Avrupa kültürü sorgulanması mümkün olmayan üstünlüğünü evrensel olarak ilan eder. Nesnellik iddiaları altında siyasal ideolojilerini ve kültürlerini ötekine kabul ettirir.

İstanbul Panoraması, Antoine de Favray, 1773


   Said oryantalizmin sadece yalanlarla, mitlerle kurulmuş bir yapısı olmadığını nitelerken aynı zamanda oryantalizmin, akademik ya da araştırmaya dayalı biçimde öne sürüldüğü üzere Doğu’ya ilişkin, gerçeği yansıtan bir söylem olmadığının da altını çizer. Said’e göre –oryantalizm- ‘’Doğu üzerindeki Avrupa iktidarının bir göstergesidir.’’ Dolayısıyla oryantalizm, ‘’Doğu’ya ilişkin uçuk bir Avrupalı hülyası değildir, nesillerdir önemli parasal yatırımların yapıldığı, yaratılmış bir teoriler ve pratikler bütünüdür.’’ [8] Yani oryantalizmde ortaya çıkan Doğu, Doğu’yu Batı bilgisine, Batı bilincine, sonra da Batı egemenliğine taşıyan bir güçler öbeği bütünü tarafından şekillendirilmiş bir temsil biçimleri sistemidir. Said, özellik bu oryantalizm tanımının her şeyden önce siyasal bir tanım gibi görünmesinin, sadece oryantalizminin kendisini belirli siyasal güçler ile etkinliklerin bir ürünü olarak düşünmesinden kaynaklandığını belirtir. Hatta oryantalizmi ‘’uygarlıklarıyla, halkları ve yerleşimleriyle birlikte Doğu’yu malzeme edinmiş bir yorum okulu’’ şeklinde tanımlar. Bu okulun nesnel keşiflerini, yani metinlerini hazırlayan, yorumlayanlar ise dille aktarılan, tüm hakikatler gibi oryantalizmin hakikatlerinin de dilde somutlaştığı gerçeği tarafından belirlenmiştir. Yani, Oryantalizm, tarihin herhangi bir anında Batı’da var olan, Doğu’ya ilişkin olgusal bir öğreti değildir; aynı zamanda dünyada etkili bir akademik gelenek olmanın yanı sıra, birçok kişi için özel bir bilgi türüdür. Ancak ‘’Doğu hakkında dile getirebilecekleri bakımından her Avrupalının sonuçta ırkçı, emperyalist, neredeyse hepten etnikmerkezci farklılıkları daha katı ve içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir.’’ Bunu kasıtlı olarak yapar: ‘’Oryantalizm, Batı’dan güçsüz olduğu için Doğu’ya kararlı bir biçimde dayatılmış olan bir siyasal öğretidir temelde; Batı, bu dayatmada, Doğu’nun güçsüzlüğüyle birlikte farklılığını da görmezden gelir.’’  Çünkü oryantalizm hümanist değerleri yok etme çabasını içerir.

   Said, Avrupa’nın ve Amerika’nın Şark’a olan ilgisinin kaynağını siyasal ve kültürel olarak irdeliyordu. ‘’Şark’a ilişkin bazı aşikar tarihsel açıklamalara bakılırsa siyasaldı’’ diyor Said. Ve devam ediyor: ‘’ama bu ilgiyi yaratan kültürdü, Şark’ın düpedüz Şarkiyatçılık dediğim alanda yer alan o değişken, karmaşık mekan haline getirilmesinde kaba, siyasal, iktisadi, askeri mantıklarla birlikte iş gören, itici güç olarak işe katılan da kültürdür.’’ Şarkiyatçılığın salt siyasal bir konu olmadığını ısrarla tekrarlar Edward Said Oryantalizm’de. Şarkiyatçılık, sınırları belirsiz metinler yığını değildir: ‘’Şark’’ dünyasını baskı altında tutan bir ‘’Batı’’ emperyalizminin ifadesi de değildir. Şarkiyatçılık, ‘’araştırmaya dayalı buluş, filolojik yapılandırma psikolojik çözümleme gibi şeylerle yaratılıp kalıcı kılınan bir ‘çıkar’ öbeğinin de işlenip inceltilmesidir’’ der Said, ‘’düpedüz farklı bir dünyaya yönelik, belirli bir anlama, şekillendirme ihtiyacının dile getirilişi olmaktan da öte, bu istencin ve niyetin ta kendisidir.’’[9]

   Gerçek savını da şöyle açıklıyor Said: ‘’Şarkiyatçılık, modern siyasal-düşünsel kültürün sadece temsilcisi değil, önemli bir boyutudur ve bu biçimiyle Şark’tan çok ‘’bizim’’ dünyamızla ilgisi vardır.’’ Kültür ile emperyalizm incelemelerinde çift yönlü bir yanıtın verilebileceğini düşünen Said, on dokuzuncu yüzyıl yazarlarının neredeyse tümü, imparatorluk olgusunun farkındaydı, diyor. Bu yüzden çalışmasını yani Şarkiyatçılığı, ‘’İngiltere, Fransa, Amerika tarafından biçimlendirilen yaygın siyasal kaygılar arasındakini devingen bir alışveriş olarak’’ belirtiyordu. Kendini ise bir araştırmacı olarak gören Said, görevinin kaba siyasal gerçekleri değil de ayrıntıları incelemek olduğunu söylüyordu. 

   Said, yöntembilimsel sorun konusundan da Şarkiyatçılık meselesine değinmişti. Bir çalışmaya başlarken veya bir inceleme yapacakken, beşeri bilimlerin doğası gereği başlangıç noktasının var olmadığına değiniyordu.  ‘’Ama Şarkiyatçılıktaki tek sorun bir hareket noktası ya da sorunsal bulmak değil’’ diyordu Said, ‘’bir de çalışmaya en iyi gidecek metinleri, yazarları, dönemleri seçme sorunu var.’’[10] ‘’Neredeyse bin yıl boyunca, Şark dendiğinde anlaşılan şey Araplar ile İslamdı’’ diyor Said. ‘’Böylece Şark’ın büyük kısmı –Hindistan, Japonya, Çin Uzakdoğu’nun diğer bölgeleri- dolaysızca elenmiş oldu; gerekçe, Avrupa’nın Yakındoğu ve İslam deneyiminden, Uzakdoğu deneyimi işe karıştırılmaksızın söz edilebilmesidir.’’

   ‘’ (…) on sekizinci yüzyılda Şark araştırmalarındaki önemli itkilerden biri’’ diyor Said, ‘’Piskopos Lowth Eichorn, Hender ve Michaelis gibi ilginç öncülerin alevlendirdiği Kutsal Kitap incelemelerinin bir devrim olmasını’’ da eleştiriyor. Kendisinin İngiltere, Fransa ve           Amerika kaynaklı malzeme üzerinde titizlikle durmasının gerekliliğinden bahsediyordu. Çünkü ona göre İngilizlerle Fransızların Şark’ta kanıtlanmış bir gücü vardı ve bu gücünü büyük sömürge ağı sayesinde korudukları da göz ardı edilemeyecek bir doğruluğa sahiptir. Amerika ile ilgili düşünceleri biraz da politikti: ‘’Amerika’nın İkinci dünya Savaşı sonrasında Şark’ta tuttuğu yerler’’ diyor Said, ‘’iki eski Avrupa gücünün açtığı alanlarla çakışıyordu; kanımca özellikle yapılmış bir şeydi bu.’’ Edward Said, İngiltere-Fransa-Amerika’da yapılan Şarkiyatçılık çalışmasının diğer ülkelere (İtalya, Rusya, Almanya) nazaran onların en iyi çalışmalarından da daha iyi çalışmaların yapıldığını düşünüyordu. Gerek hacimleri gerek se de nitelikleri bakımından en öndelerdi, Said’e göre. Silvestre de Sacy’e özel bir parantez açan yazar, onun İslamı, Arap yazınını, Dürziliği, Sasanileri incelendiğini ve Avrupa’nın bir kurumuna bağlı ilk modern Şarkiyatçısı olduğunu da belirtir.

   Said kendi çalışmasını şöyle izah ediyordu: ‘’ (…) ayrıca ben Shaffer’den farklı olarak, hem yazınsal Şarkiyatçılıkta hem de akademik Şarkiyatçılıkta ortaya çıkan, bir yandan İngiliz Şarkiyatçılığı ile Fransız Şarkiyatçılığı arasındaki bağıntıda, öte yandan açık bir sömürgecilik mantığı taşıyan bir emperyalizmin doğmasında etkili olan sonraki gelişmeleri de açıklamaya çalışıyorum. Ardından da erken döneme ait bu meselelerin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerikan Şarkiyatçılığında nasıl az çok yeniden üretildiğini göstermeyi hedefliyorum.’’

   Said’e göre Almanlar Şarkiyatçılık hakkında sağlam yazılar yazmaya başladıklarında tarih on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısını geçmişti. Almanların Şarkiyatçılığını ise şöyle eleştiriyordu: ‘’Almanların Şark’ı neredeyse sırf kuramsal –en azından- klasik bir Şark’tı: Şiirlere, fantezilere hatta romanlara konu olmuş ama hiçbir zaman Mısır ile Suriye’nin Chateabriand, Lane, Lamartine, Burton, Disraeli ya da Nerval için olduğu gibi gerçek olmamıştı.’’[11] Gerçekçi olmamasının nedeni de belirli bir Şark araştırma kökenine sahip olmadıklarına bağlıyordu. Bunun yanı sıra Almanlar, İngiliz ve Fransız Seyyahların kitaplarını okuyup Oryantalizm’e soyunmuşlardı. Gerçekçi gelmemesinin nedenlerinden biri de buydu.

   Said, her ne kadar Alman Şarkiyatçılığını, Oryantalizm kitabına konu etmemiş olsa da Şark’a ilişkin en ünlü iki Alman yapıtından bahsetmeden geçemez: Goethe’nin Batı Doğu Divanı ile Friedrich Schlegel’in Hintlilerin Dili ve bilgeliği Üzerine. Bu yapıtlar Şarkiyatçılık konusunda Edward Said’e göre önemli eserlerdi. ‘’Şark’la uğraşan her yazar (Homeros bile)’’ der, Edward Said, ‘’gönderme yapacağı, dayanacağı, kendine göre eski bir Şark’ı geçmişteki bir Şark bilgisini temel alır.’’ ‘’Şarkiyatçılığın söylediği, yazdığı, söyleniyor yazılıyor olmasından ötürü, onun, hem varlıksal hem ahlaki bir olgu olarak Şark’ın dışında kaldığını gösterir.’’ diyordu. Bu düşüncesini de şu örnekle temellendiriyordu: ‘’ Aiskhylos’un oyunu Persler’den beri Şark, uzak mı uzak, çok kere de tehdit edici ötekilik’ten görece tanıdık betilere (Aiskhylos’ta yos tutan Asyalı kadına) dönüştürülür.’’ [12]

   Said’e göre Şarkiyatçılık tümüyle Şark’ın dışında ve uzağında kalmıştı. ‘’Şarkiyatçılığın bir anlam taşıması Şark’tan değil tümüyle Batı’dan kaynaklanır’’ diyen Edward Said, şöyle devam ediyor: ‘’Şarkiyatçılık taşıdığı anlamı, doğrudan doğruya, Batı’nın türlü temsil tekniklerine borçludur. Bu temsil biçimleri etkileri açısından, kurumlara, geleneklere, uzlaşımlara, üzerinde uzlaşılmış anlama şifrelerine dayanır; uzak belirsiz bir Şark’a değil.’’



[1] Edward W. Said, Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları, (İstanbul: Metis Yayıncılık, 2017) s.15

[2] Said, Şarkiyatçılık, s.11

[3] Said, Şarkiyatçılık,  s.13

[4] ‘’Foucault, iktidar ve bilgi arasındaki karşılıklı ilişkiye özellik vurgu yapar. Çünkü iktidarın sürekliliği amaca yönelik olarak üretilen, yapılandırılan bilginin sürekliliği geçerliliği ile sağlanır. İktidarın işleyişi sürekli olarak bilgi yaratır ve aksi yönde, bilgi de iktidar etkilerine yol açar. İktidar ve bilgi dolaysız olarak birbirlerini içerirler. Bilgiyi üreten iktidardır. Ne eşgüdümlü bir bilgi alanı olmaksızın herhangi bir iktidar ilişkisi var olabilir ne de iktidar ilişkileri varsaymayan ve oluşturmayan bir bilgi alanının var olabileceğini kabul edebiliriz. Modern liberal toplumda iktidar, her yerde ve hiçbir yerdedir. Bu iktidarın, en önemli özelliğinin merkezsiz olduğunun göstergesidir. İktidar hiçbir zaman birilerinin elinde değildir. İktidar sürekli dolaşımda olan bir mekanızmadır.’’

[5] Said, Şarkiyatçılık, s.13

[6] Said, Şarkiyatçılık, s.14

[7] Said, Şarkiyatçılık, s.14

[8] Said, Şarkiyatçılık, s.16

[9] Said, Şarkiyatçılık, s.22

[10] Said, Şarkiyatçılık, s.25

[11] Said, Şarkiyatçılık,  s.28

[12] Said, Şarkiyatçılık,  s.30


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Osmanlı Hukukunda Evlenme ve Boşanma

1.       İSLAM’DA EVLENME VE NİŞANLANMA    İslam aile hukuku genel olarak ‘’ahval-i şahsiye’’ –yani şahısların hukuki varlıklarıyla ilgili olan hukuki halleridir- diye ifade edilmektedir. Bu ‘’ahval-i şahsiye’’ deyiminin ise anlam yelpazesi oldukça genişti.  Evlenme, velayet, boşanma vs. gibi konuları içinde barındırırdı. İslam hukukunda evlenmeyi ifade etmek için kullanılan terim ‘’nikah’’ idi. Kelime anlamı ise cinsi münasebet idi. Nikah ise bu cinsi münasebeti meşru kılıyordu. İslamiyet’te evlenmenin klasik tarifi ise erkeğin yanında duran bir tarifti. Şöyle ki Roma hukukundan bu yana evlenmek, karı koca arasında hayat ortaklığını ifade ederdi. Fakat kilise bu yorumu yani evlenmeyi, eşlerden, her birine diğerinin vücudundan faydalanma hakkı olarak değiştirmişti. Klasik İslam evlenme tarifi de işte böyleydi. Hatta İslam’da kadının erkeğin vücudu üzerinde herhangi bir hakka sahip olması söz konusu bile değildi. Bu anlayış yalnızca Hanefi mezhebin...

Ali Şükrü ve Topal Osman Olayı I

       Ali Şükrü Bey ve Giresunlu Osman (Topal) Ağa. Biri TBMM’nin içerisindeki İkinci Grubun önemli sözcüsü ve sert muhalifi diğeri ise Mustafa Kemal Paşa’nın Koruma Birliği Komutanı. Lozan’ın kesintiye uğradığı ve Meclis’te sert tartışmaların yaşandığı 1923 yılının Mart ayında, Ali Şükrü Bey’in aniden ortadan kaybolması yaşanan tartışmaları daha da körüklemişti. Olay, Ali Şükrü Bey’in 27 Mart 1923 tarihinde Meclis’e gitmek için evinden çıkması ve bir daha eve dönmemesiyle başlamıştı.      İkinci Grubun önemli sözcüsü kaybolmuştu ve bunu ilk fark eden ise, kardeşi Bahriye Daire Reisi Yarbay Şevket Bey olmuş ve icâleten Başvekil Rauf Bey’e bildirmişti. Şevket Bey, Ali Şükrü Bey’in en son Karaoğlan Çarşısı köşesindeki Kuyulu Kahve’de otururken, yanına gelen Topal Osman Ağa’nın Muhafız Bölük Kumandanı Mustafa Kaptan’la birlikte gittiklerinin görüldüğü bilgisini vermişti. Rauf Bey aralarındaki konuşmayı ise anılarına şöyle yazmıştı: ’’Lozan’da müza...

Oryantalizm Üzerine III

3.Alexander William Kinglake’in Seyahatnemesi 3.1. Doğu’ya Bakışı      Alexander William Kinglake, 1844 yılında Eothen adlı seyahatnamesini yazmıştı. Bu Seyahatnamesini besleyen şey ise ‘’Doğu’’ya yapmış olduğu seyahat idi. Burada görmüş olduğu günyayı figüratif bir şekilde anlatmayı tercih etmişti.      İngiltere’den çıkıp İstanbul’a gelen Alexander William Kinglake’nin seyahat güzergahı ise şöyleydi: ‘’Truva, İzmir, Anadolu Toprakları, Şam, Gaza, Kudüs gibi daha çok Osmanlı topraklarını kapsıyordu. İşte buralara yaptığı yolculuk anılarını ‘’Eothen’’ adlı seyahatnamesinde toplamıştı. Bu yolculuk bir nevi hem zorunluluktu hem de merak meselesiydi. Öyle ki o dönemde Avrupa’da önemli bir yer edinmiş erkeklerin en az bir kez Doğu seyahati yapması alışıldık bir durumdu. Schiffer’in verdiği bilgilere göre Viktorya döneminde İngiliz seyyahlarının büyük çoğunluğu yukarı orta tabaka insanlarından oluştuğu doğrultusundaydı.    ...