Ana içeriğe atla

Oryantalizm Üzerine I


1. Chateaubriand’ın Doğu’ya Seyahati

1.1. Doğu’ya Bakış

     19. yüzyıldan itibaren oryantalizm ve seyahatnamelerde ‘’Doğu’’ siyasi bir anlam kazanmıştı. Genel olarak ‘’Doğu’’, ‘’Batı’’nın gözünde, ‘’öteki’’nin yaşadığı, bolluk ve beraket ülkesiydi.[1] Hz. İsa’nın doğduğu, Hıristiyanlığın yayıldığı ve Hz. İsa’nın Romalılarca çarmıha gerildiği  ‘’kutsal toprak’’tır. Doğu’ya seyahat eden her seyyah yolculuğunu ölümsüzleştirmek ve evde kalanlarla paylaşmak istemişti. 19. Yüzyıl Fransız yazarı, politikacı ve diplomat olan François Rene de Chateaubriand da seyahatname yazmış ve ‘’Doğu’’ya çok farklı bir gözle bakmıştı. Bu seyahatnamesini yazmak için 1806-1807 yılları arasında, Paris’ten Kudüs’e, Mora, Yunanistan, Ege Adaları, İzmir, İstanbul ve son olarak Doğu’yu kapsayacak yolculuğa çıkmıştı.[2] Chateaubriand, yaptığı bu doğu seyahatine dair gözlem ve izlenimlerini Paris-Kudüs yolculuğu adlı eserinde toplar.

     Bu eser üç cilt halinde ve yedi bölümden oluşmaktadır. Ben burada daha çok oryantaliz konulu bölümleri ve doğu imgesini yansıtan yerleri inceleyeceğim. Eserin ikinci bölümü, Chateaubriand’ın oryantalist görüşlerinin ortaya çıktığı önemli kısımlardandı. Öyle ki yazar, bu bölümünü ‘’Ege Adaları, Anadolu, İstanbul Yolculuğu’’ olarak adlandırmıştı. 1 Eylül 1806’da İzmr Karaburun’a gelen Chateabriand, İzmir’i ‘’bir mahallesinde Şarklılar oturan bir İtalyan limanı’’ diye tasvir etmişti.[3] Eski İzmir’in ‘’barbarlarca’’ (Türkler) yakılıp yıkıldığını, yeni İzmir’in ise imparatorluk döneminde kendine geldiğini, sokaklarda ‘’şapkalı’’ pek çok insan gördüğünü ve o tarihte sarıkla şapkanın Türk-Frenk ayrımını belirttiğinden de bahseder. Öyle ki Chateaubriand Batı Anadolu’yu verimli olmasından dolayı över ve Yunanistan’ın topraklarından daha güzel olduğunu söyler.

    Chateaubriand, genel olarak doğuyu olumsuz olarak göstermiştir. Nadir de olsa tıpkı üstte bahsedildiği gibi olumlu görüşleri de mevcuttu. Chateaubriand, doğunu insanlarını övmezken, coğrafi özelliklerine hayrandı. Bunun nedeni de yüksek ihtimalle, Doğu’nun kutsallığıydı. Çünkü Hz. İsa bu topraklarda doğmuş, kutsal Kudüs bu topraklardaydı.

     Yazar, gezip gördükçe sert eleştirilerine eserinde yavaş yavaş yer vermeye başlar. Müslüman-Türkleri İstanbul’un ‘’erdemi’’ni yitirme nedeni olarak görür. Bunun yanı sıra Yunanlıların yaşadığı sefaleti Osmanlı’nın himayesi altında olmalarına bağlamış ve onları ‘’iğrenç, boyunduruk altında baş eğmiş köleler’’  [4] olarak tanımlamıştı.

      Bunun yanı sıra Türk ve Arapları, medeniyetsizlikle, zorbalıkla ve köleleştirmekle de suçlar. Haçlı Savaşları’na da değinen yazar, bu seferlerle Türkleri, Arapların ‘’avı’’ olmaktan kurtardığını, daha da ileri giderek bu savaşların insanlık ve barış getirdiğini dahi yazar. Chateaubriand, eserinde Müslümanlığa bakış açısını şöyle gösterecekti: ‘’Müslümanlığın temeli zulümdür, istiladır. İncil ise tam tersine yalnız barışı, hoşgörülüğü va’zeder. Bundan dolayıdır ki Hıristiyanların yedi yüz altmış dört yıl İspanya, İtalya Araplarının taassupları yüzünden çekmedikleri işkence kalmamıştır.’’[5]

     Eleştirisine devam ederek örnek olarak da Yunanistan’ı gösterir: ‘’Yunanistan’a bakın: Bir milletin Müslüman boyunduruğu altında ne hale geldiğini anlarsınız. Bugün aramızda, ileriliği alkışlayanlar, İskenderiye kitaplığını yaktıran, insanları ayaklar altına almakla öğünen, güzel sanatları aşağı gören bir dinin hakim olmasını isterler miydi?’’ diyecekti. Görüldüğü gibi İslam’ı güzel sanatlardan dahi anlamayan bir din olarak niteliyordur. Bunun yanı sıra yazar kütüphanenin yakılmasıyla İslam’ı ilerici değil gerici olarak görüyordu.

     İslam dininin güzel sanatlardan anlamayan bir din olduğunu söyleyen Chateaubriand, bu düşüncenin aksine, Kudüs’teki Arap-İslam eserlerini fevkalade över. Hz Ömer’den sonra Müslümanların Mısır’a, Gırnata’ya, Kurtuba’ya, Afrika kayılarına göz alıcı saraylar inşa ettiklerini belirtir. Öyle ki Elhamra Sarayı’nı ‘’Nasıl Parthenan, Yunan dehasının mucizesi ise Elhamra da Arap mimarisinin şaheseridir.’’ diyerek İslam sanatını da övmüş bulunuyordu. Her ne kadar yazar bu tarz övgüler yağdırsa da bu şaheserlerin özünü de Mısırlılara dayandırıyordu. Ona göre Arapların özünde böyle yetenek yoktu, Mısırlıları taklit sonucu ortaya çıkmıştı. Ne de olsa Mısır Medeniyeti diye göz ardı edilemeyecek bir medeniyetten etkilenmişlerdi. Fakat Kudüs’teki Türk mimarileri hakkında olumlu düşüncelere sahip değildi. Ona göre bu mimarilerin üzerinde durulmaya bile değmezdi. Çünkü onun düşüncesine göre bu ‘’tatarların’’ mimari sanatından anlamadıkları ‘’apaçık bir gerçek’’tir.[6]

     İslama ve Türklere karşı büyük önyargılar barındıran Chateaubriand, İslam tarihi açısından da yanlış bilgilere sahipti. Kudüs’ün 636’da ‘’Muhammet’in üçüncü halifesi Ömer’’ tarafından bir kuşatmayla ele geçirildiğini belirtir.[7] Oysa Hz. Ömer, Hz. Muhammet’in ikinci halifesidir. İşte bu tür yanlış bilgilere sahip olup, yargılarda bulunduğu da oluyordu.

     Bu kitabın ‘’Mısır yolculuğu’’ bölümünde de burada yaşayan insanları küçümseyerek, bu toprakları onlara layık bulmaz ve onlardan şöyle bahseder: ‘’Şu haydut sürüsü Arnavutlar, şu uyuşuk Müslümanlar, şu ağır baskılar altından inleyen Fellahlar, demek bir zamanlar o kadar hünerli o kadar barış sever, o kadar aklı başında olan bir milletin yaşadığı yerde yaşıyorlar!’’ Müslümanları bu konuda da küçümseyen Chateaubriand, Mısır gibi ileri medeniyete sahip bir milletin yaşadığı bu topraklarda, nasıl olur da ‘’gerici’’ Müslümanlar yaşayabiliyordu, diye şaşkınlığını da saklayamıyordu.

İlgi çekici yorumlarından biri de İslamla ilgili ibadet ve uygulamalarla karşılaşmasından bahsettiği yerlerdi. Müslümanların kurban kesimini ‘’koyun meletmek’’ , namaz ibadetini ise topukları üstünden oturup ‘’birtakım dini taklalar’’ atmak olarak niteler.[8] Kahire’yi ise kendince ayrı bir yere koyar. Planlanıp yapılan tek Doğu şehri olarak gördüğü Kahire’de ona göre şehrin hala Fransızlardan izler taşıdığını da söyler. Bunun yanı sıra buradaki kadınların daha az çekingen olduğu ve Avrupa kıyafetlerinin burada ‘’hakaret’’ değil, bir ayrıcalık unsuru olduğunu da belirtmiştir.

    Tunus’ta kaldığı sürece, kendini Fransa’da sanan yazar, Tunus Gölü’nün etrafını saran duvarın dışında kalan halkın, geri kalmışlığını ve sömürü haline gelmelerini ise Hz. Muhammet’e inanmış olmalarına bağlar: ‘’… bunlar (Siddi, yahu Saint Müslümanları) tamamıyla çıplak birtakım zenci kadınlar veya erkeklerdir. Vücutları berbat hastalıklarla kemirilmiş, pislikleri içinde içinde iki büklüm oturup kendilerine sadaka olarak verilen ekmeği yerler, bu kirli mahluklar Muhammet’in doğrudan koruduğu insanlardır…’’ [9]

     Eserin ‘’Yunanistan Yolculuğu’’ bölümü, Doğu’ya karşı oryantalist bakış açısını en iyi bölüm olabilir. Doğu’ya karşı ‘’kafirler’’ dediği Müslüman ve Türklere karşı ön yarıları bulunan yazar Chateaubriand, yerli yersiz Müslümanlara ve Türklere de sataşır. Öyle ki Türkleri aşağılayacağı zaman ‘’tatar’’ sözcüğünü kullanır. Kendisini ve milletini o kadar yüce görür ki, Mora Paşa’nın huzurundan ayrıldıktan sonra şunları diyecekti: ‘’ben kısa elbiseli, kocaman şapkalı bir Frenktim; Yunanistan’ın ortasında uzun elbiseli, başı sarıklı bir Tatarın huzurundan geliyordum!’’[10] Kendisine ve adamlarına yapılan bu muameleyi ise beğenmediğini işte böyle dile getirecekti.

     Chateaubriand, bir Türk’ün evinde gördüğü misafirlikten oldukça etkilenmesine rağmen bu misafirperverliği Türklere yakıştıramadığı gibi fakir, köle, ağa ayırmadan aynı sofrada yeme yenmesini, Kur’an’ın yoksulları esirgeyen hükümleriyle Türklerin Araplardan aldıkları misafirperverliğe bağlamayı da ihmal etmemiş yine Türklere olan yargısını belirtmiştir. Chateaubriand, Hıristiyanlığın erdemini ve kültürünü sürekli yüceltme peşindedir. Bunu karşısındaki kesim de bilindiği üzere Müslümanlıktır. Kendisi Müslümanlığa şiddetli biçimde nefret duyduğu gibi bu nefretten nasibini Hz. Muhammed de alır. Onu, insanlığa verecek bir ışığı olmayan peygamber diye sunarken Türklerin, Arapların şehvetli adetlerini getirdiğini ve Yunanlıların pusulayı kaybedip bu şehvete kapıldıktan sonra toplum olarak çözüldüğünü ileri sürer.

     Chateaubriand, Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki ilişkiyi daha da derinleştirerek, bu iki kesimin medeniyet oluşturma bakımından asla yan yana gelemeyerek iki din olduğunu söyler. Çünkü ona göre yeryüzündeki insanlık ve medeniyet adına ne varsa Hıristiyanlığın ürünüydü. Sefalet, gerilik gibi şeyler ise Müslümanlığa ait şeylerdi. Öyle ki Hıristiyan erdeminden yoksun bu ‘’barbarlar’’ , oluşmuş medeniyete en büyük zararı veren kişilerdi.

    Anadolu insanı üzerindeki gözlemlerini de belirten Chateaubriand, onların bahşişe düşkünlüğünü dile getirir. Bunun yanı sıra mimarlığa çok önem verdiğini ve mimarlığın ‘’Tanrı dini’’nden doğduğunu düşünen yazar, Isparta harabelerini tamamen yok etmekte, Yunanistan’da ve Kudüs’te yağmacılıkları nedeniyle Türkleri suçlar. Osmanlı saltanatından da oldukça rahatsızdır. Geniş coğrafyaya yayılan Osmanlı saltanatını yöneten paşaların açgözlü ve zorba olduklarını dahi söyleyecektir. Ona göre bu Osmanlı ülkesi şöyledir: ‘’Peleponnes, bugün bir çöldür. Rus savaşından sonra, Moralılar üzerindeki Türk boyunduruğu daha da ağırlaşmıştır; Arnavutlar, halkın bir kısmını kılıçtan geçirmişlerdir. (…) Felaketin en büyüğü ile karşılaşan Moralı, memleketten ayrılıp Asya’da biraz daha yumuşak bir kader aramaya gidiyor. Ne boş ümit! Ne yapsa, ne etse alınyazısından kaçamaz: Şeria kumsallarına, Tadmor çöllerine kadar her yerde gene kadılar, paşalar görecektir!’’[11]

Görüldüğü üzere Türklerle Arapların karşı karşıya getirildiği durumlarda yazar her zaman Arapları seçmektedir. Bir başka deyişle, Türkleri küçültmeye çalıştığı zamanda Arapları yüceltir.




[1] Türkan Gözütok, 19. Yüzyıl Batı Seyahatnamelerinde Ortadoğu ve İstanbul İmgesi, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 44/2010, s. 98

[2] Gözütok, 19. Yüzyıl Batı Seyahatnamelerinde Ortadoğu ve İstanbul İmgesi, s.98

[3] Gözütok, 19. Yüzyıl Batı Seyahatnamelerinde Ortadoğu ve İstanbul İmgesi, s.99

[4] Gözütok, 19. Yüzyıl Batı Seyahatnamelerinde Ortadoğu ve İstanbul İmgesi, s.99

[5] Gözütok, 19. Yüzyıl Batı Seyahatnamelerinde Ortadoğu ve İstanbul İmgesi, s.100

[6] Gözütok, 19. Yüzyıl Batı Seyahatnamelerinde Ortadoğu ve İstanbul İmgesi, s.101

[7] Gözütok, 19. Yüzyıl Batı Seyahatnamelerinde Ortadoğu ve İstanbul İmgesi, s.102

[8] Gözütok, 19. Yüzyıl Batı Seyahatnamelerinde Ortadoğu ve İstanbul İmgesi, s.102

[9] Gözütok, 19. Yüzyıl Batı Seyahatnamelerinde Ortadoğu ve İstanbul İmgesi, s.102

[10] Gözütok, 19. Yüzyıl Batı Seyahatnamelerinde Ortadoğu ve İstanbul İmgesi, s.103

[11] Gözütok, 19. Yüzyıl Batı Seyahatnamelerinde Ortadoğu ve İstanbul İmgesi, s.107


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Osmanlı Hukukunda Evlenme ve Boşanma

1.       İSLAM’DA EVLENME VE NİŞANLANMA    İslam aile hukuku genel olarak ‘’ahval-i şahsiye’’ –yani şahısların hukuki varlıklarıyla ilgili olan hukuki halleridir- diye ifade edilmektedir. Bu ‘’ahval-i şahsiye’’ deyiminin ise anlam yelpazesi oldukça genişti.  Evlenme, velayet, boşanma vs. gibi konuları içinde barındırırdı. İslam hukukunda evlenmeyi ifade etmek için kullanılan terim ‘’nikah’’ idi. Kelime anlamı ise cinsi münasebet idi. Nikah ise bu cinsi münasebeti meşru kılıyordu. İslamiyet’te evlenmenin klasik tarifi ise erkeğin yanında duran bir tarifti. Şöyle ki Roma hukukundan bu yana evlenmek, karı koca arasında hayat ortaklığını ifade ederdi. Fakat kilise bu yorumu yani evlenmeyi, eşlerden, her birine diğerinin vücudundan faydalanma hakkı olarak değiştirmişti. Klasik İslam evlenme tarifi de işte böyleydi. Hatta İslam’da kadının erkeğin vücudu üzerinde herhangi bir hakka sahip olması söz konusu bile değildi. Bu anlayış yalnızca Hanefi mezhebin...

Ali Şükrü ve Topal Osman Olayı I

       Ali Şükrü Bey ve Giresunlu Osman (Topal) Ağa. Biri TBMM’nin içerisindeki İkinci Grubun önemli sözcüsü ve sert muhalifi diğeri ise Mustafa Kemal Paşa’nın Koruma Birliği Komutanı. Lozan’ın kesintiye uğradığı ve Meclis’te sert tartışmaların yaşandığı 1923 yılının Mart ayında, Ali Şükrü Bey’in aniden ortadan kaybolması yaşanan tartışmaları daha da körüklemişti. Olay, Ali Şükrü Bey’in 27 Mart 1923 tarihinde Meclis’e gitmek için evinden çıkması ve bir daha eve dönmemesiyle başlamıştı.      İkinci Grubun önemli sözcüsü kaybolmuştu ve bunu ilk fark eden ise, kardeşi Bahriye Daire Reisi Yarbay Şevket Bey olmuş ve icâleten Başvekil Rauf Bey’e bildirmişti. Şevket Bey, Ali Şükrü Bey’in en son Karaoğlan Çarşısı köşesindeki Kuyulu Kahve’de otururken, yanına gelen Topal Osman Ağa’nın Muhafız Bölük Kumandanı Mustafa Kaptan’la birlikte gittiklerinin görüldüğü bilgisini vermişti. Rauf Bey aralarındaki konuşmayı ise anılarına şöyle yazmıştı: ’’Lozan’da müza...

Oryantalizm Üzerine III

3.Alexander William Kinglake’in Seyahatnemesi 3.1. Doğu’ya Bakışı      Alexander William Kinglake, 1844 yılında Eothen adlı seyahatnamesini yazmıştı. Bu Seyahatnamesini besleyen şey ise ‘’Doğu’’ya yapmış olduğu seyahat idi. Burada görmüş olduğu günyayı figüratif bir şekilde anlatmayı tercih etmişti.      İngiltere’den çıkıp İstanbul’a gelen Alexander William Kinglake’nin seyahat güzergahı ise şöyleydi: ‘’Truva, İzmir, Anadolu Toprakları, Şam, Gaza, Kudüs gibi daha çok Osmanlı topraklarını kapsıyordu. İşte buralara yaptığı yolculuk anılarını ‘’Eothen’’ adlı seyahatnamesinde toplamıştı. Bu yolculuk bir nevi hem zorunluluktu hem de merak meselesiydi. Öyle ki o dönemde Avrupa’da önemli bir yer edinmiş erkeklerin en az bir kez Doğu seyahati yapması alışıldık bir durumdu. Schiffer’in verdiği bilgilere göre Viktorya döneminde İngiliz seyyahlarının büyük çoğunluğu yukarı orta tabaka insanlarından oluştuğu doğrultusundaydı.    ...